Moğollar hakkında bilinmeyenler

Tarih, Moğollar ,Moğollar hakkında,Moğollar nedir,Moğollar hakkında bilgi,Moğollar yazı dizisi,Moğollar nerden gelir,Moğollar kültürleri,Moğollar askeri kuvvetleri,Moğollar
Bu çalışma, Moğol İmparatorluğu döneminde Doğu-Batı kültürel değişiminin daha büyük ve kapsamlı bir araştırmasından ortaya çıktı. Başlangıçta, benim amacım, Moğolların, tüm zanaatçıları Avrupa’nın her tarafına dağıtma, paylaştırma ve tekrar yerleştirmelerini incelemekti. Fakat sonradan Chinggisidler’in• dokumacılara ve diğer tekstil işçilerine olan ilgisi daha belirgin hale geldi ve ben de, onlara öncelik vermek istedim. Aslında bu karar, Moğol saraylarında elbise, elbise yapımı, üretimi, kullanımı ve dağıtımı konusundaki oldukça çok bilgiyi içeren kaynaklar sayesinde verildi. Bu farklı kaynaklardan ben genellikle ithalatlarını göz önüne almadan okudum ancak daha sonra, Moğolların giyiminin onların siyasi kültürünün merkezini oluşturduğunu anladım bunun için bu çalışma, daha çok tekstil hareketinin Avrupa’da yayılmasını içermektedir.

Daha önceki çalışmada, Moğolların askeri kuvvetinin, savaş gereçlerinin ve mali kaynaklarının yayılışı üzerinde durdum. Burada ise onların yerleşik kaynakları üzerinde durdum. Bununla, Eski Dünya’nın kültürel tarihini karakterize eden ideolojilerinin, teknolojilerinin ve halklarının kıtalar ötesi yayılımının yeni bir perspektifini vermeyi umdum.

Araştırma ve yazı aşamasında, burada yazılanlar hakkında bazen şüphelerle karşılaştım. İlk olarak, on yedi yıldır bölüm başkanım olan John Karras, sürekli olarak beni teşvik etti. Ayrıca, taslak metni okuyan ve yorumlayan arkadaşlarım JoAnn Gross, Celia Chazelle, Adam Knobler ve Alexandra Cuffel’e teşekkür etmek isterim. Rebecca French, Stephen Dale ve Michael Gervers ayrıca eleştirilerde bulundu. Peter Golden ve Anatoly Khazanov ile yaptığım uzun konuşmalar, göçebe hayatı ve siyasi kültürü hakkındaki aklımdaki soruları çözmeme yardım etti. Gregory Golden, orijinalinden okuyamadığım Latin kaynaklarını nasıl kullandığımı denetledi. Priscilla Soucek, sanat tarihi malzemelereri konusunda beni yönlendirdi ve benim sürekli, bir tekstil uzmanı olan Ann E. Wardwell ile irtibatımı sağladı.

Son ve en özel olarak, eşim Lucille Helen Allsen’e, uzun süren teşvikleri ve desteğinden dolayı teşekkür etmek isterim. Göçebeler hakkında bulduğum her yeni şeyi anlatırken beni sabırla dinledi. Bunun gibi diğer pek çok nedenlerden dolayı, bu kitabı en çok ona ithaf ediyorum.

Harflerin Yazılması Üzerine Not

Farsça ve Arapça için Kongre Kütüphanesi sistemini kullandım. Bu sistem Rusça için de kullanıldı. Çince için Wade-Giles sistemi kullanıldı ve Moğolca için de Secret History’nin Cleaves tercümesinde yer alan sistemi kullandım. Son olarak Türkçe için de Nadeliaev’in yolundan gittim.

Giriş

“Book of the Estate of the Great Caam” isminde, 1330’larda yazılan ve İran’ın kuzeybatısındaki, Moğol başkenti Sultaniyyah’ın başpiskoposu William Adam’a ithaf edilen bir tezde yazar, Yuan Çin’inde bulunabilecek “ipek ve altından elbiselerin” bolluğundan bahsetmektedir. Hatta bu bolluğu şu cümleleriyle açıklamaktadır:

İmparatorun halkı çok pahalı giyiniyordu. Altın ve ipek çok bol olmasına karşın yün çok az vardı. Onun için herkes ipekten gömlekler giyiyordu. Elbiseleri de Tartary kumaşından, damask (Şam) ipeğinden ve diğer katı malzemelerden yapılmaktaydı.

Benzer elbiseler Güney Asya’da da giyilmekteydi. Ondördüncü yüzyıl Arap ansiklopedi yazarı Al Umari, Delhi saraylarında “sultanın, hanların, prenslerin ve diğer askeri zevatın Tatar elbiseleri (tatariyyat) giydiğini” söylemektedir. Aktardığına göre Müslüman bir tüccar ona “Tatar elbiselerinin çoğunun altınla kaplandığını” söyledi.

Avrasya’nın batı ucundaki İngilizler bile, en azından on dördüncü yüzyıl itibariyle, bu çeşit elbiseyi bilmekteydiler. III. Edward zamanında, Garter Şövalyeleri için üzerinde ipek ve altından Tarikatın özdeyişinin nakşedildiği koyu maviden jartiyerler yapılmıştı. Daha da ilginci, 1331 tarihli Cheapside Turnuvasında, on altı katılımcı, Londra caddelerinde Tatar elbiseleriyle yürümüştür. Bu gösteri, Juliet Barker’ın söylediğine göre, Rusticiano’nun Marco Polo’nun seyahatleri üzerine yazdığı, on dördüncü yüzyıl İngilteresinde yaygın olarak bulunan ve Moğolların elbiseleri hakkında detaylı bilgiler içeren özet kitabından ilham almış olabilir.

Bu ilhamın kaynağı ne olursa olsun, İngiltere’nin bu dokumayla olan alakası “The Knight’s Tale” de (Şövalye hikâyeleri) renkli ve grafikli bir şekilde anlatılmıştır.

Bu tartar elbisesi hakkındaki referans, ortaçağ Batı Avrupası edebiyatında karşılaşılan örnekler arasında tektir. Konuyu ilk araştıran Paget Toynbee, Boccaccio/Dante’de, on üçüncü yüzyılın küçük Fransız ve İtalyan şairleri eserlerinde bu tekstilden bahsetti. Bu şekliyle yapılan kumaşı belirlemeye çalıştı ve bunun nakışlı bir kumaş türü olduğuna karar verdi.

Son olarak, Cleveland Sanat Müzesinden Anne Wardwell, panni tantarici olarak dizayn edilmiş elbise örnekleri üzerinde çalışmalar yaptı. Çalışmalarının sonucunda, dizayn ve teknik özelliklerin değişiklik gösterdiğini ve “Tartar elbiselerinin” ipek ve altın şeritlerden yapıldığını gösterdi. Onun bu sonucu, dönemin Müslüman, Çinli ve Avrupalı kaynakları tarafından da doğrulanmıştır. Buna göre Tartar Elbisesi nasif denilen bir kumaştan üretiliyordu. Bu kelime, Arapça “nasaja” yani dikmek anlamında kullanılırken Moğol döneminde “altın ve ipekten kumaş” anlamında “nasij al-dhalah al-harir” olarak kullanılmıştır. Bu ikinci anlam çağdaş bazı eserlerde de geçmektedir. On dördüncü yüzyıl tüccarlarından olan Pegolotti, Çin’deki tekstil pazarı hakkında görüş bildirirken “altın ve ipekten nacchetti parçaları”ndan bahsetmektedir. Hatta daha açıklayıcı ve açık iki satırlık bir bilgi de, Çin’in Moğol hanedanının resmi tarihi olan Yuan shih’deki saray elbiseleri bölümünde bulunmaktadır. Eser parantez içinde, nasij [na-shih-shih]’in, “altın brokar üstünde büyük inciler” olarak tanımlanan altın brokar [chin-chin] olduğunu belirtir.

Modern kullanımda, brokar, süs şeritleri bulunan bir kumaş olarak geçmektedir. Nasij örneğinde açıkça süs şeritleri altındandır.

Brokarın sınırlı kullanım alanında, nasij’in gerçek bir wanderwort olduğu doğrudur ve Moğol imparatorluğu ve ötesinde geniş bir alanda yayılmıştır. Yukarıda belirtilen İtalyan ve Çin stillerinin yanı sıra Latin, Kıpçak, Türk, Farisi, Arap ve Moğol stilleri de bulunmaktadır. Bir çok kaynakta, Farsça bir terim olan, on dördüncü yüzyılın meşhur Arap seyyahı Ibn Battutah’ın “altınla işlenmiş ipekten” bir elbise olarak anladığı nakh ile eşleştirilmektedir. Bir yerde de bunun nasij’in eş anlamı olduğunu belirtir. Altın Boynuz’un (Golden Horne) yöneticisi Özbek’in eşlerinden birinin elbisesi için de, nakh’dan yapıldığını ve bunun nasij diye anıldığından bahseder.

Terminoloji konusunda biraz karışıklık olsa da on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllara ait kaynaklarda kullanıldığı şekliyle nasij (ve nakh) çoğunlukla, altın ve ipekten dokunmuş elbise anlamındadır. Eminiz ki, bu elbise, ortaçağ Avrupası eserlerinde belirtilen “Tartar elbisesidir”. Moğollarla bu elbise arasındaki ilişki, Ortaçağ’da trans-Avrasya kültürel değişimini anlamada önemli bir noktadır.

On üçüncü ve on dördüncü yüzyıl Moğolları söz konusu olduğunda, Cengiz Han, tüm dünyayı kendi emri altına alması gerektiğine inanmış karizmatik bir liderdi. Bu amaçla Moğollar, insanoğlu tarihinde en büyük yayılmacı imparatorluğu kurdular. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl bilim adamları için, Moğol İmparatorluğu, hep çarpıcı bir örnek oluşturmuştur. İlk başta, bir milyonluk bir nüfusu geçmeyen göçebe bir kavim, nasıl olur da İran ve Çin gibi kalabalık ve yerleşik medeniyetleri hâkimiyeti altına almayı başardılar? Daha da ilginci Moğolların Avrupa tarihindeki efsanesidir. Bazı tarihçilere göre Moğol yayılmacılığı, yıkım, ölüm ve kültürel düşüş getiren bir felaketti. Bazılarına göre ise, Moğolların siyasi ihtirası sayesinde, Doğu ve Batı arasında iletişim kolaylaştı ve kültürel değişim için önemli bir fırsat yarattı.

Bu tartışma halen devam etmektedir. Moğollar dahil tüm eski imparatorluklar bazen yıkıcı bazen yapıcı politikalar izledi. Bazen zalim bazen de merhametli davrandı. Bazen muhafazakâr ve bazen de yenilikçi oldu. Örneğin, Moğol “barışı” kültürel değişimi teşvik etmesinin yanı sıra, bazen, birçok kültür adamı, yurtlarından edildi ve başka yerlerde yaşamaya zorlandı. Bazen şahsi olaylar da kesin çizgilerle tanımlanamamakta. Örneğin bir araştırmacıya göre, bir sanat hazinesinin yağmalanması basit bir hırsızlık gibi görünürken, diğeri tarafından kültürel yozlaşmanın bir işareti olarak görülmekte. İmparatorluk içindeki kültürel transferi inceleyen bu eser, Moğolların, ele geçirilen yerdeki baskıcı ve yıkıcı politikalarını göz önüne alarak pozitif yönünü vurgulama eğilimindedir.

Moğolların, Avrupa sınırları ötesindeki değişimde önemli bir rol almasını anlamak ve kitapta belirtilen halklar ve kültürler hakkında gerekli bilgileri vermek için, ilk önce, kurucularının “Yeke Mongghol Ulus” (Büyük Moğol Devleti) dediği bir politikanın doğuşu ve gelişimini kısaca belirtmemiz gerekmektedir.

On ikinci yüzyılda Avrasya steplerinin doğu ucu, şu anki Moğolistan, siyasi olarak parça parçaydı. Kabilesel gruplar birbirleriyle savaşıyorlardı. Böyle agresif bir durum, iki kenarlı bir kılıç gibiydi. Birbirlerini bölebilir ve güçsüzleştirebilirlerdi ya da feodal göçebeler arasından devletleşmeye doğru bir etki yaratabilirlerdi. Steplerdeki liderlerden biri olan Temujin (Timuçin), geleceğin Cengiz Han’ı, bu siyasi kaosu yavaş ama ağrılı bir şekilde yeni kabile federasyonuna doğru şekillendirmeye çalıştı. İyi bir yönetim, iyi şans ve kabiliyetle 1206 yılında doğu steplerini birleştirmeyi başardı. Aynı yıl Timuçin Cengiz Han unvanını aldı. “Okyanus Kralı”, hâkimiyetini genişletti ve güneydeki yerleşik kabililere saldırmak için askeri hazırlıklara başladı.

Çin’e ve batı komşusu ve rakibi Tangut Hsi-hsia hanedanına (990-1227) baskı yaparken, bazı küçük devletçikler hızla Moğol hakimiyetini kabul ediyordu. Bunu yapanların en önemlisi doğu T’ien-shan bölgesindeki Türkçe konuşan Uygurlardı. İlk başlarda göçebe olan Uygurlar Moğolistan’ı dokuzuncu yüzyılda terk etmiş ve pek çoğu doğu Türksitan vahaları ortasına yerleşmişti. Liderleri Iduqut, 1209’da Cengiz Han’ın koruyuculuğunu isteyince, yeni yeni oluşmaya başlayan bir devlete katılan ilk yerleşik halkın lideri oluvermişti. Böylece, krallığı, imparatorluğun pek çok bağımsız eyaletlerinden en başta geleni oldu ve imparatorluğun oluşma döneminde Moğol siyasetinde gözle görülür bir etki yarattı.

Güneyde devam eden faaliyetler olumlu netice almaya devam ediyordu. 1210’da Tangutlar Moğol hâkimiyetini kabul etti ve 1215’te Çin’in başkenti Chung-tu (Peking) düştü. Bu zaferden sonra, Cengiz Han, hala yenmesi zor olan Jürchen rejimine karşı harekât yapması için güvendiği komutanı Muqali’yi bırakarak, kendisi Moğolistan’a döndü. Moğolistan’dayken Cengiz Han, hızla yükselen imparatorluğun niyetleri ve kabiliyetleri hakkında meraklı ve endişeli olan Khwarazmshah’lardan (yöneticileri 1200-20 arasında Muhammed’di) elçileri kabul etti. Batı Türkistan’da Aral Denizinin güneyinde bulunan yeni devletin hükümdarı olan Muhammed, Cengiz Han ile barışçıl bir ticari ilişkiler kurdu. Bu ilişkiler, 1218’de Khwarazmian topraklarında bir Moğol kervanının saldırıya uğramasına kadar iyi gitti. İlk önce doğu Türkistan’ın her yerini ele geçiren Moğollar, bundan sonra, 1219’da doğu İslam dünyasının işgaline başladı. Khwarazmshah’ların güçsüz ordusunu 1224’te yenen Moğollar, batı Türkistan ve Khurasan’ı (Horasan-kuzey İran ve Afganistan) işgal etti. Büyük bir direnişle karşılaşan Moğollar, burada şehir halkının bazısını kılıçtan geçirmek zorunda kaldı.

Buralarda görevlilerini bırakan Cengiz Han 1225’te Moğolistan’a geri döndü. 1226’da başlayan Hsi-hsia’ya yapılan seferler, Cengiz Han’ın 1227 Ağustosunda tabi nedenlerle ölmeden az önce başarıyla tamamlanmıştı.

İmparatorluğun kurucusunun ölümüyle, tüm seferler durdu ve tüm Moğollar ve komutanları yeni liderlerini seçmek için Moğolistan’da toplandı. 1229’da Cengiz Han’ın üçüncü oğlu Ögödei’yi (1229-41 arasında yönetti) yeni kralları olarak seçtiler. Ögödei, seferleri her taraftan tekrar başlattı. İlk başarı, doğuda Çin hanedanının 1234’te çökmesiyle geldi. Böylece Moğollar, Çin topraklarını Güney Sung’a (1127-1278) kadar işgal edebildi. Batıda, 1237 ve 1241 yılları arasında Moğol ordusu, Qipchag steplerini, Volga bölgesini, Kuzey Kafkasya’yı ve Rus Emirliklerini ele geçirdi.

1241’de Ögödei’nin ölmesiyle, seferler tekrar durdu ve yeni kral için görüşmeler başladı. Yılar süren tartışmalardan sonra, kuruldaki prensler ve komutanlar, Ögödei’nin en son oğlu Güyüg’ü (1246-48 arasında yönetti) kral seçti. Bu karar sonrası hiç kan dökülmedi fakat Cengiz Han’ın en son oğlu olan ve batı steplerini ve Rusya’yı kontrol eden Jochi’nin oğulları arasında bir kırgınlık oluştu. Gerçekten, bir iç savaş, Güyüg’ün, onlara karşı bir sefer hazırlığındayken erken ölmesiyle önlendi.

Ancak, onun ölümü, prensler arasındaki bölünmüşlükten kaynaklanan huzursuzlukları sadece geciktirdi. Ögödeidler, krallık için kendilerinden birini önerdiler ve bu öneride, Cengiz Han’ın ikinci oğlu ve batı ve doğu Türkistan’ı kontrol altında tutan Chaghadai sülalesi tarafından da desteklendiler. Ögödeidlerden birinin kral olmasını engellemeye kararlı olan Jochidler, Cengiz Han’ın dördüncü oğlu olan Tolui sülalesinden birini önerdiler. Çünkü Toluidler, daha çok askeri kapasiteleri vardı. Böylece Toluid adayı Möngke (1251-59 arasında yönetti) krallığı kazandı.

Bunu hazmedemeyen muhalefet, karşı bir darbe yapmaya kalkıştı ve acımasız ve güçlü bir kral olan Möngke, Chaghadai de dahil Ögödei sülalesinin prenslerini, destekleyicileriyle birlikte ölüme gönderdi.

Möngke, zaten büyük bir imparatorluk haline gelmiş olan imparatorluğu, fetihlerle genişletmeye istekliydi. Kuzeydoğuya doğru, Kore direnişi, 1259 yılında kırıldı ve batıda, batı İran’daki İsmaililer (Assassinler) ile ve Bağdat’taki Abbasi halifeliği ile ilgilenmek için büyük bir ordu gönderildi. Möngke’nin kardeşi Hülagu komutasındaki bu güç, İsmailileri neredeyse helak etti ve 1258’in başlarında Bağdat’ı ele geçirerek yağmaladı. Güneyde Möngke ve kardeşi Kubilay Güney Sung’a daha büyük bir seferin hazırlığı için Yunnan ve Szechuan’a saldırıya geçtiler.

1259’da güney Çin’de Möngke’nin ölümü, yine bir taç yarışını başlattı. Bu seferki Tolui sülalesiyle ilgiliydi. Kubilay ve Ariq Böke kardeşler her ikisi de kendisini imparator ilan etti ve ardından orduları birbiriyle karşılaştı. 1264’te Ariq Böke, Kubilay’ın egemenliğini kabul etmek zorunda kaldı ve daha sonra öldürüldü ancak bu savaş imparatorluğun birliğini bozdu. Volga’daki Jochidler Böke’yi destekledi ve diğerinin zaferini kabul etmediler. Chaghadaidler, ilk başta kimi destekleyeceklerine karar verememişlerdi fakat Ariq Böke’nin öldürülmesiyle, onlar da Kubilay’ı devirmek için 1269’da Ögödeid prensleriyle ortak bir girişime dâhil oldular. İran’daki Hülagu, Kubilay’ın tek sağlam destekçisiydi ve tek güvenilir askeri müttefikiydi.

Birleşik bir imparatorluk amacıyla, Cengiz Hanın torunları, dört bağımsız devlet olarak imparatorluğu yönettiler: Kubilay (1260-94) Çin’de, 1271’de Yuan hanedanını da kurarak; Chaghadai atı Türkistan’da; Golden Horde Rusya ve batı steplerinde; Hülagu da (1256-65) İran ve Irak’ta hükümdar oldu. Bu ayrım, doğal olarak, yavaş yavaş imparatorluğun genişlemesine engel oldu ve askeri enerjileri iç savaşlarda on dördüncü yüzyılın ilk yıllarına kadar tükendi.

İmparatorluğun çöküşü öncesindeki dönemi karakterize ederken, 1240-1250 arasında İran’daki Moğol yönetiminde orta seviyeli bir bürokrat olan İranlı tarihçi Juvayni, Cengiz Han’ın oğullarının, Büyük fetihlere “karşılıklı ve uyumlu yardımla” ulaştıklarını belirtir. 1260-64 yılları arasındaki ayaklanmalar bu birbirine bağımlılığı bir ölçüde azalttı fakat Moğolların Çin ve İran saraylarının ittifakının devam etmesi ve birbirine destek vermesi, Doğu ve Batı Asya arasındaki etkileşim ve iletişimin devam etmesini ve bazı hallerde de genişlemesini sağladı.

Siyasi-diplomatik seviyede, Hülagu ve ondan hemen sonra gelenler, kendilerini, Kubilay’a olan bağımlılıklarını göstermek için il-qans (sadık hanlar) olarak tarif ettiler. Hatta Hülagu’nun büyük torunu Ghazan (1295-1304 arasında yönetti) İslam’ı kabul ettiğinde bile, İran saraylarının Yuan hanedanıyla olan ilişkisi hala askeri bakımdan önemliydi ve bu ikili, 1330’ların sonlarında Moğol rejiminin İran’da çökmesine kadar yakın ortaklık içinde kaldı.

Onların teknik ve kültürel ilişkilerinin devamı, askeri tekniklerin değişiminde kendini gösterir. Hülagu 1250’lerde İran için yola çıktığında, beraberinde, İsmaililerin kalelerinin ve Bağdat surlarının yıkımında çok önemli rol oynamış olan Çinli mancınık yapıcılarından 1000 tane aile vardı. Daha sonra, Güney Sung’a Yuanların son saldırısı boyunca il-qanlar durumu onların lehine çevirdi. Suriye’den mancınık uzmanları gönderdiler ve 1272 ve 1273’te Hsiang-yang’ın kuşatmasında Yuan güçlerine maddi destek verdiler.

Tıp alanı bile bu ilişkinin özelliğini açığa vurmaktadır. İmparatorluğun parçalanmasından önce, Batı Asyalı doktorlar doğuda yaygın olarak görülüyordu. Hülagu da kendisine bağlı olarak, İran’daki sarayında Çinli doktorları çalıştırdı. Daha sonra onların faaliyetleri, Çin tıbbının İran’a ve Batı Asya tıbbının da Çin’e gitmesiyle devam ettirildi. Daha da ilginci, psikoloji ve nabız teşhisi konusundaki Çin eserleri Farsçaya tercüme edildi.

Bu değiş tokuş çok çarpıcıdır. Ve bunun ancak belirli bir kısmı ortaya çıkarılabilmiştir. Tıp ve askeri teknolojinin yanı sıra, iki saray, tarih, kartografi, astronomi, agronomi, yazı, yemek pişirme sanatı ve dil konusunda uzmanlarını ve bunlarla ilgili bilgiyi paylaşmışlardır. Bu çerçevede, dokuma ve tekstil en göze çarpanıdır, en azından çağdaş araştırmacılara göre. Pek çok kumaş çeşidi imparatorluk içinde elden ele dolaşıyordu fakat daha önce de belirttiğimiz gibi “Tartar kumaşı/elbisesi” dediğimiz bir tür tekstil çok büyük bir üne kavuştu ve tüm Avrasya’ya yayıldı.

Doğal olarak, bu “Tartar elbiseleri” Moğollar tarafından yapılmıyordu fakat daha sonra onlar bunu çok yaygın bir şekilde kullanmalarıyla ünlendiler. Moğolların bu elbiseyle bilinmesini anlamak için birçok birbiriyle bağlantılı soruyu cevaplamamız gerekmektedir. İlk olarak, buraya kadar tarif ettiğimiz, bir Liberace’in kalbini sevindiren süslü elbiseler giyen Moğolların imajı, gerçekten doğru mu? Bu soruyu cevaplamak için, imparatorluk içinde nasijin farklı kullanım ve tüketim alanlarını bilmemiz gerekmektedir. İkincisi, Bu kumaşa yönelik talebi, Moğol idarecileri nasıl karşılıyordu? Bu, tedarik mekanizmasının (yağma, haraç, vergi, saray destekli üretim) araştırılmasını gerekli kılmaktadır. Üçüncüsü, Moğollar altın dokumadan niçin bu kadar etkilenmişlerdi? Burada göçebe kültürel gelenekleri inceleyeceğiz. Son olarak, imparatorluklarının büyüklüğü de göz önüne alındığında, tekstil stillerinde ve teknolojilerindeki yayılmasını kolaylaştırdı mı? Burada da, Yuan Çin’ine giren Batı Asya etkisi hakkında bazı ilginç bilgiler bulunmaktadır.

Bu sorulardan açık olan şudur ki; bu çalışma, Moğol İmparatorluğunda, Moğolların önceliklerini ve onların Doğu-Batı değişimindeki rolünü gösteren altın dokumanın kültürel tarihi ile ilgilidir. Diğer bir deyişle, bu konuya, bir tekstil uzmanı olarak değil, steplerin bir tarihçisi perspektifinden yaklaştım. Teknik detaylar konusunda o kadar çok şey söylemesem de, umarım, bu araştırmanın devamı mahiyetinde bu konuda bilgi sahibi olanlar daha fazla veri bulabilirler.

Tüketim ve Kullanım

1230’lularda Ögödei’ler zamanında Çin, İslam’ı alaya alıyordu. Bu konjonktürde, Juveyni’nin dediğine göre, imparator, seferlerin durmasını emrederek, Çin ve Müslüman mallarının herkes tarafından görülmesi için getirilmesini emretti. Bunlar arasında Horasan’dan gelen “altın dokuma [nasij-ha] ve elbiseler ile Ögödei’nin övdüğü iki Iraklı da vardı. Moğolların nasij konusunda tercihleri açık olarak görülse de, güvenilir kaynaklarda altın dokumayı kullanmaları nadir olarak görülmektedir. Yine de birçok kaynak bu dokumaya olan talep ve tüketimi konusunda görüş birliğindedir.

On üçüncü yüzyılda siyasi birlikteliklerini kurmadan önce Moğollar, yerleşik dünyanın lüks tüketim mallarını kısıtlı olarak alabiliyorlardı. Bunlar da daha çok ganimetlerden aldıklarıydı. İranlı büyük devlet adamı ve tarihçi Rashid al-Din (1247-1318), bu konuda bir olay aktarmaktadır. 1195’te, Timuçin, Çin hanedanıyla yakın ittifak içinde olan Tatarları yener. Bu zafer Timuçin’in iktidardaki en önemli dönüm noktasını oluştururken, Rashid al-Din ele geçirilen mallara da önemli derecede atıf yapar. “Ganimetler arasında, gümüşten bir beşik ve altın dokumadan [lihafhai zar-baftah] yatak örtüleri vardı. Bu dönemde Moğollarda lüks eşya çok nadirdi”

Moğolların dokumayla ilk tanışıklığı, Moğollar ve hükümdarları üzerinde önemli bir etki yaratmıştır. Bu, Rashid al-Din’in tarihinde Cengiz Han’ın sözlerinden ikisinde görülmektedir. İlki, kariyerinin ilk dönemlerine aittir ve şu şekildedir:

Cengiz Han, Altay bölgesine yerleştiğinde, bulundukları bölgeyi iyice bir araştırdı ve şunu söyledi: “Okumun kılıfı, sık orman gibi siyahtır ve eşlerim, kızlarım kırmızı sıcak ateş gibi parlarlar, onlar için tek isteğim, cömertlik şekeriyle ağızlarını tatlandırmak, onları baştan aşağıya elbiselerle ve altın dokumalarla [zar-baft] giydirmek, onlara saf ve tatlı su içirmek ve hayvanları için yeşil otlaklar vermektir…”

İkincisinde o yine onun efsanesinden bahseder fakat gelecek nesiller için biraz iyimserdir:

Bizden sonra, neslimiz altından [zar-dukhtah] elbiseler giyecek, güzel atlara binecek ve güzel eşlere sahip olacak. Fakat şunu söylemeyecek, “tüm bunları babalarımız ve büyük kardeşlerimiz topladı” bu büyük günde bizi unutacaklar.

Buradaki en ilgi çekici nokta, tüm temel unsurlar, güzel atlar, çayırlar ve iyi beslenmiş hayvanlar steplerde bulunmasıdır ve geleneksel göçebe hayatı tasvir etmesidir. Bu mutluluğu tamamlayacak dışarıdan gelen tek şey bu altın dokumadır. Pek çok yönden altın dokuma, Moğolların parlak geleceğini temsil eder oldu ve belki de imparatorluklarının başarısını ölçmede ölçüt oldu.

Daha sonraki tarihçiler tarafından da Cengiz Han’a atfedilen sözler, geçmişin bir yansıması olabilir fakat gerçek olan şudur ki, imparatorluğun kurucusu, halkına steplerdeki en iyi şeyleri sağlamaya çalıştı ve onların maddi zevklerini ve beklentilerini değiştirdi. Bu bağlamda şunu da söylemek gerekir ki, yerleşik bölgelerdeki çağdaş tarihçiler, Moğolların imparatorluk olmadan önceki fakirliklerini, fetihlerden sonraki zenginlikle karşılaştırmaktadır.

İranlı tarihçi Juveyni, bu değişimi şöyle ifade eder. Cengiz Han’dan önce Moğollar, köpek ve fare derilerinden yapılmış elbiseler giyerdi ancak daha sonra altın dokuma ve ipekten elbiseler giymeye başladılar. Onun bu sözü, 1237’de Moğollara gönderilen Sunglu bir elçi olan Peng Ta-ya tarafından da doğrulanır. O da şöyle demektedir: “Elbiseleri önceden kemer, kürk ve deriydi, sonra ipek ve altın süsler kullandılar. Bu gözlemcilere göre, pahalı elbiseler Moğolların yeni zenginliklerinin en açık göstergesiydi. Fetihler geldikçe, Moğollar elbiselerini, hayvanlarını ve yaşam stillerini savurganca değiştirdiler.

Bu dokumayı kullandıkları en önemli yer ise, sözlü geleneğin 10000 insanı alabileceği kadar abartabildiği, hanların, prenseslerin ve yüksek seviyedeki görevlilerin kullandığı büyük çadırların içinin örtüleriydi. Moğolların ordo ger dedikleri bu çadırların en bilineni imparatorluğun başkenti Qara Qorum’un yirmi kilometre güneydoğusunda Sira Ordo’daki çadırdır. Moğolistan’da çok seyahat etmiş olan Juveyni, kafesli tahtanın çerçevesi Çinliler tarafından inşa edilmişti ve tavan altın dokumadandı [jamaha-i muzahhab] ve dışarısı beyaz keçe ile kaplanmıştı. Rashir al-Din’e göre de dışarı tarafı, altın çivilerle döşenmiş ve içerisi de altın dokumayla kaplanmıştı. Sira Ordo’da imparator Güyüg’ü ziyaret eden Franciscan tarikatına bağlı bir misyoner Rashid’in dediklerinin çoğunu doğrulamaktadır. “Bu çadır, altın palklarla kaplanmış direklerle desteklenmektedir ve kirişleri altın çivilerle sıkılaştırılmıştır. Tavan ve yan kısımlar altın dokumadan ancak dışarısı diğer malzemelerden yapılmıştır” demektedir.

Bu saray çadırları Moğolistan’daki büyük hanlara mahsus değildir sadece, imparatorlukta heryerde bulunmaktadır. Ibn Battutah, altın kumaştan ipek dokumalı bir çadırdan bahsetmektedir. Daha ayrıntılı bilgi 1405’te Timur’un sarayını Semenkant’ta ziyaret eden İspanyol elçi Clavijo vermektedir. Burada dörtgen uzunluğu 100 adım kadar olan büyük çadırlardan bahseder. İç tarafı, ipekten ve altın şeritlerden oluşmaktadır.

1240 ve 1250’de Kuzey Çin’de bölgesel şansölyeliğin başı olan Mahmud Yalavach, Türkistan’da oğlu Mesud Bey gibi, nasijle kaplanmış büyük çadırlarda çalıştı.

Bu dokumaların yapımı konusunda ise edindiğimiz bilgi, Möngke’nin kardeşi Hülagu’yu onurlandırmak için hazırlattığı çadırdan gelmektedir. Juvayni’ye göre çadır tamamen nasijden yapılmıştı ve özel bir ölçüsü ve dikkatli bir planlamaya sahipti.

Bu tür çadırlar için gerekli zaman ve işçilik, Rashid al-Din’in güney Azerbaycan’a ait anlatımlarında da vardır.

Seyahat ederken bile özellikle imparatorun ailesi, özel durumlarda altın dokumalı elbiseler giydi. Burada hatırlanması gereken, yerleşik hayata zıt olarak, göçebe hayatında at özel bir prestij göstergesi değildir. Çünkü hemen hemen herkes, zenginiyle fakiriyle sık sık ata binerdi. Onun için prestij kabul edilen şey, bunların süsü veyahut da farklı nakil araçlarıydı. Örneğin Yuan hanedanını kuran Kubilay, kendisini fillerle taşıtıyordu. Bu, Çinli ve İranlı kaynaklarda ve özellikle daha detaylı olarak da Marco Polo’nun anlatımlarında görülmektedir. Daha geleneksel göçebe araçları, çadır arabası denen ger tergenlerdi. Ulaşım için hayvanlar da bazı durumlarda kullanılmaktaydı. Carpini, Güyüg’ün taç giyme töreninde 40-50 deve gördüğünü, Marco Polo da, Kubilay’ın sarayındaki bir Yeni Yıl ziyafetinde, hepsi altın ve ipekten kumaşlarla giydirilmiş 5000 fil gördüğünü anlatır. Cengiz Hanın torunları altın dokumayla dolu bir dünyada yaşadı, oynadı ve öldü.

Çoğu zaman özel merasimlerde herkes uygun elbise giyerdi ve altın dokumalı elbiseler tercih edilenleriydi.

Özellikle kadınlar için baş için giydikleri şey göçebe hayatında sosyal statünün bir simgesiydi. Bunun bir örneği Turfan’ın doğusunda Toyuk’ta bulunan mumyalı bir kadına ait olan mezarda bulunan bir şapkadır. Mezar MÖ 300 yılına aittir. Tarihçi etnografistler T.A. Zhdanko ve S.K. Kamalov’a göre bu tür şapkalar ve başlıklar İran göçebelerinde de görülmektedir. 519’da güney Türkistan’da Hephthalites bölgesini dolaşan Budist hacı Sung Yun, Hephthaliteli bir kraliçenin sekiz adım uzunlukta ve üç adım genişlikte olan bir türban giydiğini belirtir. Diğer yüksek seviyeli kişilerin eşlerinin de türban giydiğini söyler. Bu tür başlıklar Sung saraylarında da ku-ku olarak bilinen haliyle giyilmiştir. Çinliler için bu gelip geçici bir moda olmasına karşın steplerin halkı için yirminci yüzyıla kadar sürmüş olan sürekli bir kültürel özellik olmuştur.

Moğollar döneminde başlıklar daha belirgindir. Boghta denilen bu başlıklar üç adım uzunluktaydı. Bu konuda 1221 ve 1237 yıllarında bu başlık hakkında yorum yapan iki tanığımız vardır. Birincisi Taocu keşiş Chang Chun’un Cengiz Han’ı ziyaret etmek için Orta Asya’ya yaptığı ziyaretinde ona eşlik eden Li Chih-chang’tır. “Evli kadınlar huştan yapılmış başlıklar giyerdi ve iki adım uzunluktaydı. Çoğunlukla onu siyah yünle kapatırlardı ve daha zengin olanları açık ve kırmızı ipek giyerdi” demektedir. İkincisi, bir Sung elçisi olan Chao Hung’tur. O da “yönetici kişilerin eşleri, üç adım uzunlukta kırmızı ve mavi dokumayla veya incilerle kaplı başlık giyerdi” demektedir. On beş yıl kadar sonra başka bir Sung elçisi Hsü Ting de, başlıkların kırmızı ipek veya altın dokumadan yapıldığını söyler. Bu durum, bizi, Moğolların Kuzey Çin’e ve İslam dünyasına doğru açılırkenki değişimini göstermektedir. Topraklar genişledikçe kadınların giydikleri başlıklar ve süsler de zenginleşti.

Moğolların bu başlıkları Batı’da hayli dikkat çekti. Bir kanıt, Marco Polo’nun ölümünde yanındaki eşyalar arasında çıkan Moğol orijinli altın taşlı ve incili bochtadır. On dördüncü yüzyıl İtalyan bir ressam, bu tür başlıkları çizmiştir. Bunların bazısını Tartarlar, bazısını Macarlar ve Kıpçaklar ve bazısını da İtalyanlar giymiştir. Daha sonra on beşinci yüzyılda bir İranlı ressam, huni şekilli başlıkların hem kadınlar hem de erkekler tarafından giyildiğini resmeder.

Kuşaklar da, Moğollar için önemli olan bir başka elbisedir. Güyüg’ün taç giyme töreninde çokça görmüş olduğunu söyleyen Carpini, bunların altın işlemeli olduğunu belirtir. Marco Polo, bu kemerlerin altın ve gümüşten olduğunu ve zengin güzel ve değerli olduğunu belirtir. Venetianlı tarihçilere göre de Yuan shih’te çokça görülen bu kemerler, kırmızı ipek kemerler olarak seremonilerde giyilmekteydi.

Hatta seremonilerde giyilen ayakkabılar bile altın dokumayla kaplanıyordu. Marco Polo’ya göre, yüksek rütbeli askeri zevat otorite ve gücünü göstermesi bakımından, bir şemsiye olarak adlandırılan altından bir sayvan giyerdi.

Her ne kadar güzel gözükseler de giyilen başlıklar, şapkalar, kemerler ve kuşaklar , Moğolistan’ın hemen hemen her yerinde görülebilen şaşırtıcı kaftanlar kadar dikkat çekmemiştir. Marco Polo, bu konuda şunları yazmaktadır:

Doğum gününde Kubilay, altından işlenmiş çok asil bir elbise giydi. 12 bin baron ve şövalye de onun gibi giyindi. Kaftanları çok güzeldi ve değerliydi ancak hepsinin rengi aynıydı. Bu kaftanları onlara büyük kralları vermişti. Tabi ki şunu da söyleyebilirim ki krallarının kaftanları en değerlisiydi, üstünde neredeyse 10000 bezant değerinde altın vardı. Bunun gibi krala en yakın olan ve quesitan [kesigten=Moğolca, “imparatorun koruyucuları”] diye adlandırılan baronların da kaftanları değerliydi. Büyük kağanlar altınla, inciyle ve değerli taşlarla işlenmiş kaftanları hediye olarak verirdi. Kendisi nasıl giyiniyorsa şövalye ve baronlarını da öyle giydiriyordu. Böylece onlar da kral gibi gözüküyordu. Hepsi tek renk kaftan giyerdi. Gördüğünüz gibi bu muhteşem bir şeydi ve dünyada böyle bir iş yapan başka hiçbir kral bulamazsınız.

Marco Polo’nun bu anlatımlarını doğrulamak için diğer kaynaklara da bakmamız gerekmektedir. Tek renkli kaftandan ilk olarak Cengiz Han’ın zamanında bahsedilmektedir. Benim bildiğime göre bu 1209’lu yıllara Uygurların büyük bir imparatorluk olmaya başladıkları tarihe kadar gider. Moğol mandasını kabul eden Uygur yöneticisi Bilge Buqa, Cengiz Han tarafından ödüllendirilir ve ona otorite yanında mühür, gümüş küçe ve tek renkli bir yaldızlı elbise verir. Böyle bir hediye şüphesiz sadece büyük bir olay vesilesiyle verilir. Moğol kralı, daha düşük rütbedeki görevlilere de jisün kaftanı vermiştir. Örneğin, tercüman olarak çalışan bir Qitan görevlisi olan Mai-ko bunlardan biridir. Jisün kaftanları imparatorluğun ilk dönemlerinde yaygın bir şekilde dağıtılmaktaydı.

Tek renkli kaftanlar hakkında bilgi, 1229 yılında tahta çıkan Ögödei zamanında daha detaylı ve çoktur. Juveyni’nin aktardığına göre 40 günlük eğlencelere katılanlar her gün farklı renkte bir kaftan giydi. Bu kutlamalar Marco Polo’nun da bahsettiği gibi her yıl tekrarlanıyordu. Ve saray kuralı olarak onların kullanımı belirli kaidelere bağlanmıştı.

Elbise hukuku, imparatorluk sarayı için ciddi bir konuydu çünkü genelde giyinme ve özelde de jisün kaftanları Moğol siyasi kültüründe önemli yere sahipti.

Ögödei’den sonra gelenler de bu geleneği devam ettirdi. Güyüg’ün taç giyme töreninde Carpini’nin aktardığına göre, dört gün tek renk elbise giyilirdi.

5000 prens ve büyük adam ilk gün kral seçiminde altından elbise giyerdi. Hiçbir elçi, doğru bir tarzda giyinmediği sürece seçilen ve taht giyen kralı görme imkânı bulamazdı

Möngke de jisün kaftanları ve ziyafetlerle alakalı aynı geleneği devam ettirdi. 1251’de taç giyme töreninde Juveyni’nin anlattığına göre, katılımcılar her gün ayrı renkte kaftan giydiler. Bunu, dünyanın imparatorunun elbiseleriyle uyum içinde olsun diye yaptılar. Daha sonra Möngke, Hülagu’nun 1253’te İran’a yolculuğundan önce, onun şerefine bir parti verdi ve katılımcılar burada da tek renkli kaftanlar giydiler. Bir yıl sonraki kutlamada da aynısını yaptılar. Rubruck’un yazdığına göre, her dört günde bir giydikleri kaftanların rengini değiştirdiler. Saray, onları ayakkabılarından başlıklarına kadar her şeyiyle giydirdi.

Cengiz Han’dan Toghan Temur’a (1332-6 tüm Moğol kralları, en son Yuan imparatoru, özel bir olayı kutlamak için memurlarına, korumalarına, jisün kaftanları ve şapkalarından büyük miktarda verdiler. Kısaca, bu tür ihsanlar istisna değil bir kuraldı.

Bölgesel yönetimlerde de pahalı elbiselerin kullanımı yaygındı. Örneğin İran’da, 1264’te Hülagu’nun sarayını ziyaret eden Ermeni bir keşiş olan Vardan, “Soyluları hep yeni elbiseler giyerdi ve her gün nasıl uygun olursa renklerini değiştirirlerdi” demektedir. Ibn Battutah da şunu aktarır: Özbek’in dört karısının altı kız kölesi vardı ve bunlar altın yaldızlı kaftan giyerdi. Diğer pasajlarda da şöyle demektedir: Bizanslı bir prenses olan, hanın üçüncü karısı Bayalun, babasını İstanbul’da ziyaret ederken, memlükleri (koruyucuları), köleleri ve diğer beş yüz kadar adam tarafından eşlik edilmekteydi ve hepsi altın ve mücevherle kaplı ipekten kaftan giyiyorlardı.

Yukarıda kaydedilen bilgilerin güvenilirliğini soruşturmadan önce, altın dokumayı kullanan diğer kullanıcılardan da bahsetmemiz gerekmektedir. Saray eşrafının yanında ferdi olarak da bu elbisenin taleplisi çoktu. Bazen bu elbise, özel bir görevi yerine getirdikleri için askeri ve sivil görevlilere hediye olarak da verilirdi. 1256’da, Möngke, Doğudaki büyük komutanlarından biri olan Uriyangqadai’ye, bir Sung ordusunu yendiğini için altın şeritli yün bir elbise takımı verdi. Bunun haricinde kaynaklar, Moğolların bu elbiseyi, yardım ve bağış olarak, barış önerisi olarak, din adamlarının elbisesi olarak, koşu yarışmalarında ödül olarak ve diplomatik hediye olarak verdiklerini göstermektedir. Eğer Juveyni ve Rashid’in dedikleri doğruysa, Moğollara katılmak için 1229’da yola çıkan kırk genç kız, altınla bezenmiş değerli kaftanlarla donatılmıştır.

Moğol saraylarının altın dokumaya cömertçe para harcaması konusundaki araştırmayı sonuçlandırmak için, işlenmemiş kumaşların çokluğundan da bahsetmemiz gerekmektedir. Kaftanlar gibi, bazı başka parçalar da devlet görevlilerine, din adamlarına, elçilere ve yabancı hükümdarlara verilirdi. Verilen bu hediyelerin sayısı çoğu zaman verilmemiştir ancak yeterli sayıdadır. Kubilay bir keresinde Alan askeri görevlisine dokuz parça nasij vermiş Möngke’nin bir karısı, Rubruck’a, bir yatak örtüsü kadar geniş ve çok uzun bir nasij teklif etmiştir. Daha cömerti, Ögödei, Mahmud Yalavach’ı ziyaretinde, Mahmud’un çadırının dışını her çeşit altın dokumayla kaplattırdığı söylenir.

Ortaçağa ait kaynaklarda anlatılan tüm bu bilgilerin değerlendirilmesi, çok zor bir sorun oluşturmaktadır. Şüphemiz, doğal olarak, siyasi giyinmenin geniş çapta yayılması iddiaları tarafından ortaya çıkmaktadır. Şüphemizin değerlendirilmesinde iki genel durum söz konusudur. İlk olarak, tekstil konusunda, üretilen, toplanılan, depo edilen miktar genelde beklenilenin üzerindedir. Örneğin Inka eyaletinde, büyük miktarda tekstilin dağıtımı Avrupalı gözlemcilerin dikkatini çekmiştir. Timur sarayını ziyaret eden Clavijo, kaftan giyilen seremonilerin çokluğundan bahseder. Bu çerçevede karşılaştığı on altı farklı durumla onurlanmıştır. Gerçekten de her büyük kentte ve prens ve saray görevlileriyle karşılaşılan her yerde Clavijo ve arkadaşları elçiler çok değerli kaftanlar aldılar. En sonunda vardıkları yer olan Semerkant’ta da pek çok defalar kaftan giydirildiler. Diğer bir tanık Antony Jenkinson, Osmanlı tören elbiseleri hakkında detaylı bilgiler verir. 1553’te Süleyman’ın Aleppo’ya girişinde hazır bulunan Jenkinson ordunun yürüyüşünü ve giydiği dikkat çeken üniformalarından bahseder. Yaklaşık 88000 kişinin altın ve ipek elbiseler içinde şehir boyunca geçit yaptığını söyler. İngiliz çay üreticisi ve 1868-1869 yıllarında doğu Türkistan’ı gezen başka bir tanık olan Robert Shaw, burada bulunduğu sürece, on altı farklı münasebetle kaftan giydiğini, bu süreçte yirmi kaftan elde ettiğini ve bunların hepsinin en iyi Çin mallarından yapıldığını söyler. Bu toplumların siyasi hayatında elbise çok önemlidir ve iktidarın elbise tedarikini sürekli geniş tutmak mecburiyeti vardır. İkincisi, rakamlar konusunda, hatırda tutulması gereken şudur ki, Moğollar, on üçüncü yüzyılın ortalarında, Inka, Temürid ve Osmanlılarla da kıyaslandığında, Polonya’dan Vietnam’a, Kore’den Suriye’ye kadar uzanan geniş topraklara sahip bir imparatorluktu. Sınırları dahilinde kumaş üretecek sürüyle insan ve malzeme vardı.

Yuan sarayında verilen jisün kaftanları, bağımsız kaynaklarca da ispatlanabilir. “Son of Heaven”ın chih-sun kaftanları hakkında konuşurken Yuan shihi şöyle der:

Sarayda ne zaman büyük bir ziyafet olsa, onları onları giyerdi… Tüm akrabalar, bakanlar ve ferdi katılımcılar, eğer kral onlara bahşederse onlar da onları giyerdi. Müzisyenlerden bekçilere kadar herkes giyinirdi.

Hiçbir rakam verilmemekte fakat bu satır göstermektedir ki, imparatorluğun ev sahipleri hatta bekçiler bile tek renkli kaftanlara sahip oluyorlardı.

Toplam rakamı vermek için, şunu da belirtmek önemlidir ki, ev sahipleri ve bekçiler kaftanları tek alan insanlar değildi. Bu, 1332 yılında Yuan imparatoru ırinjibal’in kısa hanedanlığı döneminde yayınlanan bir fermanda şöyle geçer. Yüzlerce görevli ve bekçi jisün elbiselerine sahipti ancak geriye kalanlardan da her kim törene katılmak isterse bu tür bir elbise giymek zorundaydı. Diğer bir örnek ise şöyledir. Kaftanlar, özel durumlarda şahıslara da veriliyordu ve sonra tekrar geri alınıyordu. Böylece geçici de olsa törene katılmaları sağlanmış oluyordu. Bu özellikle Benedict the Pole’in Güyüg’ün taç giyme törenine ait aktardıklarında görülmektedir. Burada kendisi ve Carpini, diğer elçilerle birlikte kaftan giymeleri sağlanmış ve böylece törene katılabilmişlerdir.

Bunlardan da anlaşılacağı üzere Moğollar, altın dokumayı geniş çapta kullanmışlar ve tüketmişlerdir. Moğolların Benedict’in anlatımına göre, Güyüg’ün taç giyme töreninde 5000 adet altın elbise kullandığına hiç şüphem yoktur. Marco Polo, baron ve şövalyelere verilen kaftanların on yıl kadar gittiğini ve bunun için sadece 15000’inin yıllık düzeyde verildiğinden bahsettiğinden dolayı, bu rakamın bir abartı olmadığını düşünüyorum. Özellikle Çinli kaynakların buna dair destekleyici kanıtları vardır. Rakam düşürülmüş bile olsa altın dokumanın geniş çapta yayıldığı yüksek ihtimaldir.

ÇEVİRİ
TARiHÇİ OSMAN KILIK

You may like these posts